12 Aralık 2007 Çarşamba

URFA

Urfa’nın Halil-ür Rahman gölündeki balıkların, bir tür mantar hastalığı yüzünden gün geçtikçe azaldığını biliyorduk. Gerçekten de iki yıl önceki ilk ziyaretimle bu ikinci görüşüm arasında belirgin fark gördüm balık nüfusu açısından. Oysa ki Urfa’nın, içinde yüzdüğü sularını en çok seven sakinleri, belki de onlar. Sevilip yüceltilmekle en tasasız yaşayanlar. İbrahim ile Zeliha’nın kına rengindeki ebedî nişan yüzükleri.

Fotoğraf makinelerimiz, yavru kuş gibi ağzını açıp yem kapmaya çalışan, neredeyse “yüzgeçlerimin arkasını da kaşısana” diyen elcil balıkların görüntüleriyle dolup taşarken, grubumuzun neredeyse yarısının bir heves Urfalılaştığını görmek, neşe vericiydi. Parka girerken normal, parktan çıkarken puşilenmiş tek sıra bir grup insana bakarken Balıklıgöl’de insanı kendinden geçiren bir şeyler olduğunu düşündüm. Puşilenmesem de aynı iç kıpırtısını ben de yaşıyordum. İlk gidişimde de aynı duyguları yaşamıştım: Bir esenlik, bir yenilenme. Dertleri geride bırakma hali. Öyle ya da böyle, orada bir güneş doğdu üstümüze. Mutlak bir dirim var Balıklıgöl’de. Peki ya Urfa’da.

Edessa, dünyanın en eski üniversitesinin kurulduğu topraklar olarak geçti tarihe. Harran’da bilim ve sanatta doruğa çıkmış bir medrese 1300 yıl önce kurulmuş olsa da, bugün, diğer pek çok kentimizde olduğu gibi Urfa’da da okula gönderilmeyen çocuklar var hâlâ. 2004 yılı verilerine göre, ilköğretime başlama çağındaki erkek çocukların okullaşma oranı %83; kızlarınki %65. Diğerlerini bekleyen; cehalet, yoksulluk, ücretsiz aile işçiliği, çocuk yaşta evlilik,.... ve töre cinayetleri....

Urfa’da az sayıda gelinlik atölyesi olduğunu öğrenmiştim, yaptığımız bir program vesilesiyle. Yarınım Aydınlık Olsun adlı tv programı için görüşme yaptıklarımızdan -yine bu gezide gittiğimiz yerlerden birinden;- Adıyaman Kâhta’dan genç bir kadın, okumak için ailesiyle savaştığını; “kadın bir topak çamurdur, nereye atarsan orada kalmalıdır” diyen babaannesini bile aştığını, üniversiteyi Urfa’da okuyup meslek sahibi olunca, bu kentte bir gelinlik atölyesi açmaya karar verdiğini anlatmıştı.

Güneydoğu’da her 10 evlilikten 1’i, kadın eşin bir’den fazla olması anlamında, çok eşli. Bu beraberliklerde kadınlardan sadece birinin resmi nikahı olduğu için, diğeri ya da diğerleri boşanma, nafaka, eşten miras ve velayet gibi haklara sahip değil. Resmi nikah yapılmamış anneden doğan çocuklar da başta eğitim olmak üzere yurttaşlık haklarından yoksunlar. Çünkü nüfusa kaydettirilmiyorlar.

Kına rengi

Urfa çarşısını dolaşırken, önceden aklımda olan bir şeyin peşindeydim. Yöre kadınının yerel giysileri taşlı-simli-işlemeli-pırıltılı kumaşlardan biçiliyor. Balıklıgöl civarında dolaşırken de bunu görmek mümkün. Bu kumaşlardan satan bir dükkanın içinde, kumaş beğenemiyorum. Satıcı genç çocuk son anda “abla tam bir metrelik kesik bir parça var, kına renginde, ona bakar mısın. İndirim de yaparım, tek parça kaldı” diyor.

Kınanın iki rengi vardır değil mi. Biri, henüz yakılmamış, yeşil saf kına rengi; diğeri ele yakıldıktan sonra gördüğümüz kızıl-kahve olanı. Siz şu anda hangisini düşünüyorsunuz?

Çocuğun söylediği kına rengiyle benim imgelemimde canlananın farklı olması, psikoloji oyunlarındaki, yanıtı kişilik anlamlandırmalarına çıkan simge soruları hatırlattı bana.

Alıyorum o kına rengi kumaşı. Tam aradığım gibi. Sonradan gelen “abi” satıcı, gerçek bir merakla ve yanıtımın kulağa hoş gelmeyecek bir şey olacağından neredeyse emin biçimde “siz ne yapacaksınız bu bir metre(cik) kumaşı” diyor.

“Biliyorum, burada kadınlar bunu elbise olarak giyiyorlar ama... ben... masa örtüsü yapacağım.”

Bunları söylerken başım öne eğik. Söylediğimden utanıyorum.

Koca bir top’un son parçasını aldığım o kumaş, metre metre, nerelere, hangi evlere, hangi kadınlara, hangi hayatlara gitti kim bilir. Genç kızlar aldı belki, kına geceleri için kına renkli kumaştan. Belki biçilmeden duruyor bazısı çeyiz sandıklarında. Kullanılmış olanların pulları dökülmüştür çoktan. Bazılarına kan sıçradı belki, onu giyene doğrultulan silahtan.


Urfa’da turist olmak...

...Antep’de Süpermen olmaya benzemiyor. Grubumuzdan Sabahat, gözü sürmeli yöre kadınlarına benzediği için belki, bir Urfalı erkeğin, kendisini gördüğünde yere tükürmesiyle hakarete uğruyor. Arife gününde oradayız, sokakta sigara içen arkadaşlarımız, oruç tutanlara saygı göstermeye davet ediliyor. Ben iki yıl önceden bildiğim künefeciye adımımı attığımda yüzüme öyle bir şey çarpıyor ki, adam yerine ben diyorum “Ramazan sebebiyle çalışmıyorsunuz galiba” diye. “Evet” derken benim yerime o utanıyormuş gibi bir hali var. “Neden dükkanınızı açtınız öyleyse” demek için geri dönmek istiyorum ama yapmıyorum. Tıpkı sigaralarını söndüren arkadaşlarımız ve “bu Urfa ne kadar değişik bir yer” diyen diğerlerimiz gibi, bulunduğu yerin (yabancı)dilini konuşamayan, Büyükelçiliğin yerini de bilmeyen turistlere özgü bir çekingenliğim var kavgaya dair.

Künefecinin karşısındaki kebapçıya giriyorum. Siverek kebabını nerede yiyebileceğimi soruyorum, “burada” diyor. Sipariş verip üst kata çıkıyorum. Yukarıda hemen her masada birer-ikişer genç erkek oturuyor. İki yıl önce aynı yerde karşımdaki iki masada bir aile oturuyordu. Erkekler bir masada, kadınlar diğerinde ve sırtları erkeklere dönük olarak. Sadece bir kadın, yaşlı anne, erkeklerle aynı masada oturuyordu. Garson çocuğa bu tabloyu sorduğumda, “buralarda kadınların erkeklerle aynı sofraya oturmadığını” söylemişti. Peki ya yaşlı kadın, onun ayrıcalığı ne. “Ooooo, onda yaş yetmiş, iş bitmiş! Onu kim ne yapsın, ona artık her şey serbest” demişti çocuk, insafsızca.

"Gezme ceylan bu dağlarda, seni avlarlar"

Birecik’te görmekten gurur duyduğum şey, bu Urfa türküsüne atıfta bulunan bir posterdi: “Ceylan dağlara geri dönüyor!” Orman Bakanlığı, özel çiftliklerde koruma altına aldığı ve ürettiği ceylanları, doğaya bırakıyormuş. Avlayana büyük cezalar varmış. Kelaynak koruma-üretme çiftliğinin kapısındaki postere bakarken, Murathan Mungan’ın “Geyikler Lanetler” adlı çok katmanlı güzel oyununu bir kez daha anımsadım.


"Başındaki puşi midir, Diyarbekir işi midir"

Arkadaşlarımızın giydiği, daha çok Diyarbakır, Mardin, Antakya’da görülen puşiydi. Urfa’da kadın-erkek genellikle eflatun puşi bağlıyor. Aynı dokuma, Urfa kadınının yerel -ve sanırım en ucuz- elbisesine de kumaş oluyor.

“Güneş umuttan şimdi doğar” diyeyim ben de şimdi, genç kadınların okuma hakkı için çalışanlara gönderme yaparak. Gezilerde ya da orda-burda bir sürü para harcıyoruz. Öte yandan ayda 50 YTL, bir çocuğun okullu olabilmesine yetiyor. Töre başka bir konu ama pek çok aile sadece parasızlıktan gönderemiyor çocuklarını -özellikle de kızlarını- okula. Taşımalı eğitimin başlatılamadığı yerlerde, çocuklarının cebine bir dolmuş parası koyamadıklarından.


One day...

“I’ve seen that look so many times
I know the sadness in your eyes
Your life is like awishing well
Where it goes, only time will tell

But one day the sun will shine on you
turn all your tears to laughter
one day your dream will come true
One day the sun will shine on you”

Gary Moore


ANTEP

"ankaralı süpermen abi pazarımıza gelmiştir"


“(...) hava hafiften kararıyor, bizler de çarşıyı dolaşıyoruz. gözümde fotoğraf makinem ne bulsam çekiyorum başımda poşi üstüm süpermen. bir yerde baharatçılar kuru yemişçiler var, o açıdan bu açıdan derken dalmışım. bi ara bi delikanlı gelip "nereden abi ? "dedi, “ankara” dedim sıcak ve samimi. sonra bunu soran delikanlı pazara doğru dönerek "ankaralı süpermen abi pazarımıza gelmiştir" diye bağırdı ve bir alkış koptu. ulan gülsem mi ağlasam mı ne yapsam kaldım ortada. bizim ekip de gaza geldi, sırıtıyor herkes. hemen vizörü gözüme yapıştırıp yüzümü kapattım, hem fotoğraf çekiyorum hem de kaçmaya çalışıyorum ama ne mümkün. millet aldı sazı bir kere herkes "süpermen abi" ile başlayan bir şeyler söylüyor. aha dedim, internetten "yurdumdan insan manzaraları" köşesinde hazır ol kendini görmeye, antep'in sokaklarında başımda poşi üstüm süpermen. (...) ama en son noktayı bir polis memuru bey koydu. yol tarafından yürüyordum. geçen bir ekip arabasında polis memuru beni gördü sonra da elini çıkarıp "n’aber süpo" dedi. ulan eğer ki bir de hoparlörden anons yaparsa uçmayan da ne olsun dedim. yapmadı allahtan.” (Cihangir Gülegen)

O sırada, çarşının bir başka yerinde Haşim, halka tatlısı aldığı pastanedeki satıcıyla tartışmakla meşguldü. Ben tam üstüne gelmiştim. “Sokakta yemeyin, rahatsız ederler” diyerek tavsiyede bulunan satıcı aslında bir tür uyarıda bulunuyor olsa gerekti ki, Haşim “Kimse karışamaz” diye alevleniyordu.

Gittiğimiz yerlere çöplerimizi değil ama ayak izimizi bırakıyoruz. Oranın kültürüne, açık gördüğümüz bir pencereden içeri bakar gibi bakıyor; kendi bütünlüğümüzün kapısını ise yanımızda taşıyoruz. Sonra bu kapılar-pencereler arasında, bir yerlerden bir rüzgar esiyor, biz bir cereyan arasında kalıyoruz, ve buna bazen gülüyor-güldürüyor, bazen öfkeleniyor-öfkelendiriyoruz. Turist olmakla gezgin olmak arasındaki fark, bir kapı ve pencereler sorunudur kanımca.

Puşili Süpermen’i yadırgamamak gerekir, eğer çiğ köfteci Eminem’ciyse

Antep’teki otelimizde bizim için düzenlenen sıra gecesinde, çiğ köfte yoğuran kişinin terini silen (bunun bir adı vardır herhalde; ben turist, bilmemek bunu) çocuğun üstündeki svetşört’ün sırtında da “Eminem” yazıyordu! Bilirsiniz, dünya mutfaklarının lezzetlerini tam da olmaları gerektiği gibi tanıyamadığımız söyleniyor. Bütün sınır-ötesi Çin, Japon, Kore mutfaklarının ve diğerlerinin, yemeklerini biraz “batılılaştırdıkları”, bulundukları ülkenin damak zevkine uygun tatlarla sundukları. Aynı şey hızlı yemek zinciri Amerikan restoranları için de geçerli. Onlar da yerel usule uygun köfteleri-ızgaraları ekliyorlar listelerine. Özünde pazarlama teknikleriyle açıklanabilecek bu durum, biçimde bir tür “dil birliği” kurmaya çalışıyor. Bizim sıra gecesi de batılılaştırılmış bir gösteriydi. Ben orijinal olacağını beklemiştim; kilimle kaplanmış bir mekâna ayakkabılarımızı çıkartarak gireceğimizi, bağdaş kurup oturacağımızı ve bir süre sonra bunun sıkıntı yaratacağını. Hatta bunun üzerine espriler yapmıştık Haydar bey’lerle. Ayten hanım, bir kaç Alman misafirin, ayakkabı çıkarılan bir Türk evine nasıl konuk olduklarını aktarmıştı. Ama sıra gecesinin, otelin yemek salonunda oturduğumuz yerde yemek yerken izleyebileceğimiz bir seyirlik olarak düzenlendiğini gördük. Dışarıdan gelen konuklar için hep böyle yapıldığı da âşikardı. Süpermen logolu tişörtünün ve puşisinin çelişkisinden doğan ironiyle ilginç bir yüzleşme yaşayan Cihangir’in durumuna benzer şekilde, ben de bu tablo karşısında bir yabancılaşma yaşıyordum. O kadar ki sıra gecesi başladığında basbayağı hüzünlüydüm. Üçüncü türküde çiğ köfteci “(h)ele-(h)ele” ünlemi eşliğinde törenle salona girdiğinde, içimden ağlamak geldi. O akşam fotoğraf makinemi kullanmamaya ant içtim; neyle-kiminle inatlaştığımı çok da bilmeden. (Herhalde o bendim. )

Neyse ki grubumuz neşeliydi. İçinde bulunmaktan hoşnut olduğum, eğlenmelerinde yaşama sevinci bulduğum grubumuzun, o zaman diliminde mutlu olması, içimdekileri dindirdi. (İki kadeh rakı yuvarladıktan ve Sivas’ın yollarında/dünya gözümde kerbelâdır, diyerek efkârlandıktan sonra hiçbir şeyim kalmayacaktı zaten. ) Bir ara, iç sesimle iddiaya girdim. O gece kurtlarını dökmeye kararlı grubumuzun nabzını iyi tutan profesyonel topluluk, programın oldukça başında, sıra gecesi türkülerinden hareketli havalara, halaylara geçiş yapmıştı. Benim iddiam, hali hazırda pistin orta yerinde çiğ köfte yoğuruluyorken, bizimkilerin piste fırlayıp fırlamayacağıyla ilgiliydi. Hani fırlarlarsa, çiğ köfte teknesinin içine içine taban vuracaklarından. İddiayı kaybettim. Ama çiğ köfteden de yedim!

"vur davulcu vur davula güm-güm gümlesin"

Eminem hayranı çocuk, kilim deseni yelekli çiğ köftecinin terini sile dursun, gözüm uzun süre, hareketli türkülerde ortaya çıkıp davuldan çok bizi çalmak istermiş gibi içimizi güm-gümleten davulcu çocukta takıldı kaldı. Yaptığı işe dışarıdan bakan, yabancılaşmış bir masumiyetti. Daha, çok küçüktü. Boy’a vermiş bir ergendi. Herhalde lise ikide olsa gerek, diye düşündüm. O gün okulda fizik dersi var mıydı mesela, bizimki fena halde sıkılmış mıydı? Müzik derslerini nasıl geçiriyordu? Dersini değil ama kendisini sevdiği İngilizce öğretmenine kompozisyon ödevinde ne yazacağını düşünmüş müydü? Evde annesinin mutlaka şımarttığı bu oğlan çocuğu, kız kardeşine “bana bi su getir” diyor muydu? Gündüzleri okula gidip geceleri para kazanmaya mecbur olan; program çıkışında saçını Robbie Williams gibi jöleyecekmiş gibi duran bu çocuk, kendisini ve saz arkadaşlarını Batı’dan seyreden grubumuza baktığında, neler görüyordu? Ona öylece bakarken, gözlerimiz buluştuğunda, aklımdan bunların geçtiğini biliyor muydu?

batı neresi – doğu doğuda mı

Şimdi sizi Antep’ten Havana’ya götürmek istiyorum. Cubana Havayollarının uçağındayız; yerlerimizi aldık. Kemerlerimizi bağladık. Kalkışta beşinci sıradayız. Biraz beklememiz gerekiyor. Artık çok sıkılacak kadar bekledikten sonra uçak kalkışa geçti. Ama o ne kalkış! Kaptanımız bizden de çok sıkılmış olacak; uçağın gaz pedalına öyle bir bastı ki; sırtlarımız koltuğa yapışıverdi. Ayaklarımız da havaya kalkacaktı neredeyse. Bir batı ülkesinin beş aylık memleket mesafesinin ardından, o anda, çok tanıdık bir şeyler uyandı imgelemimde. “Bu pilot Türk müdür nedir” diyen bir şey. Kübalıların bize benzediklerini Havana sokaklarında dolaşırken de düşündüm, gördüm. Eğlenmeleri, efkârlanmaları, adres tarif etmeleri... Sokakları kendime aşina adımlarla arşınlıyordum; bana laf atanları başımdan savmaya çalışırken örneğin. Ehl-i keyif taksi şoförleri... Eski bir Türk müşterisinden tahsil edemediği borcu için beni aracı koymak isteyen Tony... Gece ben gelmeden yatmayan, kızıymışım gibi “nerde kaldın“ diye soran pansiyon sahibem Elvira... Yaralı bir kedi kollarımda öldüğü için “n’olur ağlama” derken sırtıma dokunduğunda, sıcaklığı tişörtümden geçip kalbime işleyen eliyle beni sarsan Jose... Dünya atlasının sol sayfasında-batıda kalan bu yoksul ülkenin yoksul insanlarının, biz doğululara nasıl bu kadar benzediklerine dair çok düşündüm. Sonra, hayattan istediği her şeyi alamayanlara özgü kişiliğin dünyanın her yerinde aynı olabileceğinin ayırdına vardım. Haritadaki yer önemli değildi. Farklılıkları derinleştiren kültür ayrılıkları doğu-batı çatışmasından çok, sınıf çatışmasına işaret ediyordu. Beni Urfa’daki çarşıda utandıran, Antep’teki sıra gecesinde hüzünlendiren de sınıf çatışmasının bu biçimi olsa gerekti.

Pınar Şenel